tag:blogger.com,1999:blog-7920574092909361122023-11-16T10:27:54.569+03:00AYBUKaybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.comBlogger64125tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-59885328171637035372022-05-08T17:56:00.001+03:002022-05-08T17:56:20.092+03:00Hassas Birisi<p>Çoğu şeyin eğitimle hallolabileceğini söylüyor insanlar, ne saçma. Çoğumuzun eğitilemez olduğunu düşünüyorum. Kendim de dahil. Bazı konuları öğrenmeye direniyoruz. Bunu nerden çıkardığıma gelecek olursak, söyleyeyim. </p><p>Karşındakinin nasıl hissettiğini önemsemeden sadece kendi duygularımızla hareket ediyoruz çoğu zaman. Söylediklerinin bana ne faydası olabileceğini düşünüp, sebepsiz bencil davranışlar gösteriyoruz. Başarı kıskanmak, sevgi kıskanmak… bunlar bitmiyor. Hatta acı kıskanan insan bile var. Kıskanmak kötü değil doğal bir davranış. Sende yok olanı isteme. Buraya kadar çok normal. </p><p>Hassas birisin diyorlar hatta. Aşağılamak için bazen. Sen de çok hassassın her şeyden etkileniyorsun diyorlar. Ben değil benim bazı arkadaşlarıma. Özellikle kadın olanlara bazen gaylere. Hatta bu davranışı bazı cinslere özel olduğunu düşünen bile var. Freud’un histeri hakkında söyledikleri gibi. </p><p>Biriyle gerçekten bir çıkarınız olmadan anlaşabilmek çok zor olmamalı. </p><p>Bazı duyguları gerçekten yaşamamız gerekiyor belki de. Mesela ölüm duygusunu bilmeyebiliriz; ama bir arkadaşımızın annesi ölünce bunun nasıl bir duygu olabileceğini tahmin edebiliriz sadece. Hemen ya benimki de ölseydi nasıl olurdum, dayanabilir miydim deyip kendi dünyamıza çekiliriz. Ve birazcık da seviniriz, şükrederiz neyse ki benimki hala hayatta diye. </p><p>Eksik kalmış bir yazı(31 Ekim 2021) </p><p>Düzenlenmiş bir yazı.(8 Mayıs 2022)</p>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0İzmir, Türkiye38.423734 27.14282610.113500163821158 -8.013424 66.733967836178849 62.299076tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-53579881850585577292022-02-13T21:54:00.000+03:002022-02-13T21:54:01.029+03:00Çiçeksepeti Eğrisi<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhXjxvk783SmCgl5fEDgfF-ISPd-ANPtf2Wab4_faQGQ9MM6UrL8UutRm14CqKxDMVwZTSK6R6c2I8iI5kaxEC-ioEFP-AGgscwIKxikU5xNabcAf-S1pu9w3JdzrGAyGB3mEZN56UF8B_oOkXcgSgQF_WBUzopx6kGc9pm9-lVlZDK9cNljo4wM4Uq" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img data-original-height="711" data-original-width="1157" height="394" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEhXjxvk783SmCgl5fEDgfF-ISPd-ANPtf2Wab4_faQGQ9MM6UrL8UutRm14CqKxDMVwZTSK6R6c2I8iI5kaxEC-ioEFP-AGgscwIKxikU5xNabcAf-S1pu9w3JdzrGAyGB3mEZN56UF8B_oOkXcgSgQF_WBUzopx6kGc9pm9-lVlZDK9cNljo4wM4Uq=w640-h394" width="640" /></a></div><span style="text-align: left;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div></span></div><p></p><p>Çiçek almayı sevenler eminim beni çok iyi anlayacaktır. Çiçeklerle arası iyi olmayanlar ise oh işte biliyordum diyecektir yazının sonunda. </p><p>Bir ara benim de çiçek almayı çok sevdiğim bi dönem oldu. Çiçeksepeti’ndeki Sevgililer Günü kategorisini siteye komple ben yüklesem inanın hiç zorlanmazdım. Ürün kodları, başlıkları, fiyatlandırma bunlara çok hakimdim. Hayır ben göndermiyordum, bana geliyordu çiçekler. Vazoda güller, sepette papatyalar, gülen suratlı kekler, lilyumu, garberası benden sorulurdu. Bonnyfoodların, kalpli keklerin çıktığı o karanlık dönem evet. Keklerin tadı iğrençti. </p><p>Konudan bağımsız olacak ama şöyle de bir durum var. Herhangi bir ofiste bulununca(hangi pozisyonda olduğunuzun önemi yok) çiçek alma eşiğiniz artıyor. Sadece sevgilinizden değil, eşinizden dostunuzdan, müşterinizden vs. Ofislerin gerekliliği gibi bir şey çiçek alıp vermek. </p><p>Konuya dönecek olursak. Sevgililer günü, doğum günü, yıldönümü kutlamalarında çiçek alıyordum. Ya çiçeksepeti’nden ofise geliyordu ya da bizzat elden teslim ediliyordu. Romantik şeyler bunlar. İnsanın hoşuna gidiyor. Bunu anlatıyorum çünkü; feyz alın diye. Çünkü normalde çiçek almaya alışkan bir insan değilim. Yani her özel olayda çiçek almaya alışkın değilim. Evimizde öyle bir adet yoktu. Babamın anneme çiçek aldığını hiç hatırlıyorum. </p><p>Gel gelelim ben bir ofiste çalışırken ve o sırada da birkaç seneyi aşmış düzenli bir ilişkim varken, çiçek alma sıklığımda bir değişim yaşandı. Ucuzundan pahalısına, ışıklarda satılanından, mahalle çiçekçisine irili ufaklı epey çiçek geçti elime. Bilmiyorum etrafımdakiler kıskanıyor muydu ama hoşuma gidiyordu bu çiçek işi. Çünkü durduk yere çiçekler gelmeye başlayınca herhalde çok aşık oldu bana ya kıyamam, ben o kadar seviyor muyum acaba bunu diye düşüncelere kapılıyorsunuz. İşin ilginç yanı ne duygu durumumuzda ne de karşı tarafın ekonomik durumunda öyle ekstra bir değişiklik de yoktu. Normal süregelen bir ilişki içinde gelen çiçek sayısı artıyordu. Çiçeksepeti sevgili kategorisine yeni eklenen hangi çiçek varsa, ertesi gün benim elimde oluyordu. </p><p>Keyfimin kaçtığı bir gün üşenmedim, bu çiçeklerin geliş tarihlerine baktım. Kartların üzerinde tarih yazmıyor, hayır(bu da büyük bir eksikliğidir çiçeksepetinin). Tek tek gönderdiğim teşekkür mesajlarına, fotoğraflarına baktım. Arkadaşlar evet, acı son. Benim aldatılma tarihime ne kadar yaklaşıldıysa benim çiçek kalitem de o derece artıyordu. Artan düzenli bir grafik yani. Utanmasam excelini çıkarırdım o tarihlerin ve çiçek boyutlarının, ama utandım. Sonlara doğru ise kesenin ağzı bayağı açılmıştı. Grafikte ani bir yükseliş vardı. İşte o zaman ayrılık kararı verdiğim hafta oldu. Bir de bunun aldattım ama bak özür çiçekleri kısmı var, oraya hiç girmiyorum. O gün bugündür sebepsiz çiçek almalardan işkillenirim.</p><p>Sevgililer Gününüz kutlu olsun, çiçekleriniz bol olsun❤️</p>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0İzmir, Türkiye38.423734 27.14282610.113500163821158 -8.013424 66.733967836178849 62.299076tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-37750040629663185902022-01-14T16:06:00.000+03:002022-01-14T16:06:25.404+03:00En Kötü Düşüşlerim<p>Yeni bisikletimle eski mahallemizden yokuş aşağı düşüş. 7-8 yaşlarındayken. İki dizim de fena halde kanamıştı ama acıdığını hiç hissetmiyorum. Ya da eve kadar kendimi tutmuş olabilirim. Bu kısmı silik. Bayağı takla atmıştım. Kazadan sonra yandaki 2 ek tekerin bisikletten çıkarıldığını hatırlıyorum. </p><p>Viledayla yerleri sildikten sonra, kayıp düşmem. Şehir dışından misafirim gelecekti ve ani şekilde gelmeye karar vermişti, nedense(!) Çizgi filmlerde muza basıp kayılan sahneyi düşünün. Aynen o şekilde, simetrik bir düşüş hatta kayış yaşadım. 1 hafta popom mor gezdim. Kalkınca saçma sapan şekilde oturup ağladım. Sersemliğime ağladım. Bu kadar salak düşmek herkese nasip olmaz. Sonra temizliğe devam. </p><p>Üçüncü hikayem de yine ev içi yaralanma hikayesi. Sıcak suyla bardağı köpürte köpürte yıkarken bardağın çatlayıp elimi kesmesi sonucu düşüş. Bu fiziksel düşüş değil ama benim mental düşüşüm oldu. (Çünkü bir süredir kendi başıma yaşamaya başlamıştım) Bu kazada serçe parmağımın üstü sıyrıldı. Kesilen parça orda kaldı, kopmadı. Fazla kan kaybetmem sonucu kısa süreli baygınlık. Minnacık parmaktan bu kadar kan çıkabildiğini o zaman görmüştüm.(kana karşı hassasiyetim yok, canım da tatlı değildir) Napacağımı bilemedim. Akşam kendime gelince, içimde kalmasın diye doktora gösterdim. Ama dikilecek aşamayı geçmişsin, diksek bi şeye benzemez, bırak kendi kopsun dedi. 1 haftaya et koptu, pansumanı açtım, bulaşığa devam ettim.</p><p>Bunlar büyük düşüşler değil, hatta çok küçük düşüşler. Çok şükür büyük kaza görmedim. Ama bu düşüşlerin, yaraların hepsi kendi başımayken oldu. Yalnız derken uzakta ailem vardı, sevdiğim insanlar, arkadaşlarım etrafımda bir yerdeydiler ama bir yandan da yoktular. Çünkü düşmek öyle garip bi şey ki, eğer yanınızda biri varsa ve size iyi olup olmadığınızı soruyorsa iyiyim demek zorunda kalıyorsunuz. Aynı zamanda sarılıp, ağlamak, bana yardım et çok kötüyüm deyip, olayı dramatize etmek istiyorsunuz. Kendi başınıza olduğunuzda da ne yapacağınız çok belirsiz. Alt tarafı düştüm diyorsun ama hayatın film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor. Yanımda kimse yok, biri olsa beni kaldırırdı, doktora götürürdü, iyi kötü bir bardak su verirdi deyip kendimizi acındırmak istiyoruz. </p><p>Bu kadar düşüp kalkmama düşmekten, yara bere almaktan korkmam. Çünkü düşünce enerji atarsınız, kendinize gelirseniz.(genellikle düz yolda kaldırımda ayağınız takılıp, düşünce olur. Hiç bir şey olmamış gibi yürümeye devam edersiniz) Bir yenilenme anı gibi bi şey düşmek. O yüzden arada düşmeyi severim. </p><p>Konudan bağımsız olarak bundan 1 ay önce yine bisikletten düştüm :) Bu tamamiyle fiziksel bir düşme anıydı. Normalde iyi bisiklet kullanıyorum, uzun süre sürmeye de alışığım ama direğe bağlanan martıyı görmemişim. Bir de hava karanlıktı. Kuzenim sordu iyi misin? İyiyim dedim, kalkım devam ettim mecbur. Herkes kendine dikkat etsin. İyi düşüşler.</p>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-59163861062619471532021-11-23T23:06:00.000+03:002021-11-23T23:06:32.767+03:00Sebepli Sebepsizlikler<p>Mutsuzum. Çok mutsuzum. İçimde bitmeyen bir sıkıntı var.</p><p>Artık dostlarımla buluşmak, konuşmak bana mutluluk vermiyor. Yeni gelen işler, para beni motive etmiyor. Eski sevgilimin attığı mesaj bile beni heyecanlandırmıyor. </p><p>Üzgünüm. Ben böyle değildim. Yarın ne yapalım, haftaya napsak diye plan yapamamak beni çok üzüyor. Hayal kuramama ihtimali beni bitiyor. Hayallerim bir yerde birileri tarafından çalınıyor. </p><p>Gerçekten eğlenceli bir insandım. Keyifli vakti geçirmeyi, gülmeyi, insanların gülmesini severdim. Çalışırken bile aşırı sıkıldığımı hatırlamıyorum. Hiç yapılmayacak işlerde insanları gazlayan ben olurdum. Dışarı çıkınca hadi son bi tekila diyen yine bendim. Ama üzgünüm. </p><p>En çok da eğlencemi kaybettiğim için çok üzgünüm. Çok çok üzgünüm. Enerjim bittiği için üzgünüm. Eskisi gibi gülemediğim için üzgünüm. Muhabbettim tıkandığı için üzgünüm. Muhabbeti tıkadığım için üzgünüm. Eskisi gibi kendimi mutlu edemediğim, mutlu olmayı beceremediğim için üzgünüm. </p><p>İçimden giden bi şeyler var. Sebebini biliyorum ama ne olacak bilmiyorum.</p>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-86770010071383362742021-11-02T19:07:00.005+03:002021-11-02T20:24:09.430+03:00 Karfurda Başıma Gelenler <p><i><span style="font-size: medium;">Çokonat Alırken Nasıl Kadere Razı Oluyorum </span></i></p><p>Hava yağmurlu. Çiseliyor desek daha doğru. Müzik dinlemek için yolumu sahilden uzatıyorum. Sevdiğim şarkılar çalıyor. Listem hazır. Sevdiğim şarkılar. Risksiz bir liste. Her şey tıkırında. Şarkının en güzel anı, kuşların tam havalandığı ana denk geliyor. Bir araba geçiyor, martılar aniden havalanıyor, vapurun düdüğü çalıyor. Her şey çok fazla yolunda. Normalde de böyle şeyler oluyor da ben mi fark etmiyorum diye düşünüyorum. Keyfim yerinde. Biraz üşüyorum. Yağmur arttı ama ıslatmıyor. Otobüsüme binmeden önce, daha önce hiç uğramadığım, aşırı küçük ve dar bir karfura giriyorum. Mal yerleştiriyorlar. Üç kişi üç farklı reyonda çalışıyor. Kasa boş. Kutular ortada. Nerdeyse zıplayarak geçiyorum. Zaten aşırı dar olan karfur iyice basılmış. Bilirsiniz böyle marketleri iki kişi aynı koridorda ürünlere bakamaz. Baksa bile labirent gibi reyondan çıkamaz. Ama her şey de vardır bu marketlerde. Mesela ithal çikolatalar, clint bang, tekellerde gördüğünüz viskiler. Market desen değil bakkal desen hiç değil. </p><p>Daracık karfurda çokonat arıyorum bir de kahve. Yani iki ya da üç şey. Kasada da bir şey beğensem hadi olsun dört parça. Toplasan yirmiş beş otuz lira. Neyse alacaklarımı alıp kasaya yanaşıyorum. Kimse yok. Mal yerleştirmeye devam ediyor. Tamam acelem yok ama, en azından geliyorum bir saniye denilebilir. Bir iki dakika boş boş kasadaki sakızlara bakıyorum. Mint gibi bir şey alıyorum ama mint değil. Önümde bekleyen genç bir çocuk var. Kasiyer geliyor. Çocuk önüne geçmemi teklif ediyor. Şaşırdı herhalde, yok diyorum, buyrun. Neyse, o da saçma sapan şeyler almış. Nakit ödüyor, beş liralık şeye yüz lira verdi. Kasiyer takmıyor. İyi günler, kolay gelsinler, sıradaki. İki tane çokonatımı, kahvemi, mintimi çocuğun arkasından kasaya koyuyorum. O sırada elleri dolu gelen bir kadın benim çokonatların arkasına elindekileri bırakıyor. Sıvı yağ(yudum ayçicek, komili zeytinyağı), domestos, tost ekmeği, birkaç şey daha. Yazıktır taşıyamamıştır bıraksın tabi diyorum. Neyse sıra bende. Karfur kartınız var mı? Var, söylüyorum. Kredi kartımı çıkarırken, kasiyer yağları geçmeye başlıyor. Diyorum yok yok onlar benim değil, sadece çokonatlar. Ama iptal edemem diyor. Diğer kadın dolaptan kendine bira bakıyor, daha karar vermemiş, sırasını bekliyor. Kasiyer diyor ki, hanfendiyi alıyım o zaman sizi sonra geçerim. Ya ne alaka ne alaka diyemiyorum. Tamam peki önemli değil deyip, arkaya geçiyorum. Neyse kadının domestosu, ekmeği, vırtı zırtı geçiyor. İş çıkışı ev alışverişi biraz uzun sürüyor. Ama biraz uzun, söylenecek kadar da uzun değil. Dertlenmiyorum. </p><p>Kasiyer tam kasayı kapatacakken, önümdeki kadın arkadaki dolaptan iki bira ekleyebilir misiniz diyor. Kasiyer soruyor hangisi. Teneke, şişe. Aaa şişe olsun tabi ki diyor. Anlamsız gülüşmeler. Ben arkada çokonatlarımı bekliyorum. Her zamanki müşterisi herhalde. Madem her zamanki müşterin onu niye sonradan almıyorsun, niye benim çokonatımı bekletiyorsun kadın. Ben de bira mı alsam? Yok, vazgeçiyorum. Neyse kadının işi bitiyor, kartını çıkarıyor. Kasiyer şifrenizi girebilir misiniz diyor. Kadın temassız olmaz mı diyor. Şifre istedi, temassız kabul etmedi diyor. Kadın biraz tereddütlü şifreyi giriyor. Kasiyerle gergin bakışmalar oluyor. Kadının girdiği şifre tutmuyor. Kasiyer siparişi iptal edebilmek için, kasaya başka bir arkadaşını çağırıyor. Bu kasiyerler iptal etmeyi neden ilk öğrenmiyor. Bekliyorum… Çokonatlarım ve ben bekliyoruz. Problem yok, her şey olabilir. Allahın unuttuğu bit kadar karfurda çokonat almış olmak için girip yarım saat bekleyebilirsin hayat böyle diyorum. İstersen çıkıp gidedebilirdin ama gitmedin diyorum. İkinci kasiyer geliyor, ürünleri iptal ediyor; diğer kadın marketten çıkıyor. Eli boş. Herkese olabilir diyorum. </p><p>En sonunda sıra gerçek manada bana geliyor. Tekrar karfur kart istiyor. Yok diyorum. Kasiyer diyor ki, hanfendiyi önden aldım ama aceleniz yoktu değil mi, kusura bakmayın. İki çokonat alıp yoluma gidecektim ama olsun, hiç önemli değil, ne demek herkesin başına gelir diyemiyorum. Yok diyorum problem değil. Kartımı çıkarıyorum. Kasiyer devam ediyor. Hayır diyor belki de onu önden almamın bir sebebi vardı. Bakın ne oldu, siz de gördünüz. Ben böyle şeylere inanırım, her şeyin bir sebebi var sonuçta, hiçbir şey kendiliğinden olmadı demi diyor. Evet diyorum, kısmet, olabilir. Onu arkadan alsaydın, ben çokonatımı alıp yoluma gitseydim hayat daha güzel olabilirdi ama olsun demiyorum. Ne alaka kadın ne alaka diyemiyorum. Dar karfur basıyor. Kartımı veriyorum, temassız ödüyorum, fiş çıkınca tamam demi, kolay gelsin, iyi günler deyip çıkıyorum. </p><p>İki çokonat bir kahve bir şeker nasıl kaderi sorgulamama yol açıyor. Yoluma devam ediyorum. Çantamda çokonatlar. Marketteki diğer kadın önümden yürüyor. Elbise giymiş, şemsiyesi var. Memur tipli biri. Köşeyi dönünce başka bir markete giriyor, ben devam ediyorum, kaderime razı oluyorum. Secret falan dedikleri bu olabilir mi acaba diyorum. </p>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-55837741635150783582021-03-16T21:59:00.002+03:002021-03-16T22:00:37.035+03:00Baskılar Bizi Yıldıramaz<p><i>Çorabını çek, eteğini düzelt, beyaz ayakkabı giyemezsin, saçın açık dolaşamazsın. Erkek arkadaşın olamaz, olsa da bunu açıkça söyleyemezsin. Evet bunlar çok uzak zamanlar değil. Yaklaşık on beş sene öncesine ait bir lise öğrencisinin anıları. Bu sözleri çok değerli müdürümüz teneffüslerde kibarca hatırlatıyordu bize. Sözlerini kibarca anlamayanlara odasında derin ahlak nutukları veriyordu. Yenilerde gördüm. Kendisi not kaygısıyla yapılan sınavların ne kadar yanlış olduğunu, öğrencinin mutluluğunun her şeyden önemli olduğu sonucuna varmış, deneyimli bir eğitimci olarak. Yazdıklarını görünce içime derin bir rahatlama geldi. Geç de olsa bizi anladığını hissettim. Belki de baskıyla eğitilmemizin olumlu sonuçları olmuştur hayatlarımıza. </i></p><p><br /></p><p>Kurallar altında iyi bir şeyler yapmaya çalıştığınızı düşünün. Bir yanınızda asla değişmeyen değer yargıları bir yanınızda değişime ayak uydurmanızı bekleyen dünya. Bu ikilem arasında bocalayan, büyümeye çalışan insancıklar. </p><p>“Yığın filozof olamaz.” O zamanlar kendisini değişik bulduğumuz, saçlarını boyamayı reddeden bu sebeple de yaşını fazlasıyla büyük sandığımız, diğer öğretmenlere göre daha sakin görünen bir öğretmenimiz vardı. Bizimle pek samimi olmazdı, dersini verip kenara çekilmeyi severdi. Belki de bizi sevmiyordu, sevmek zorunda da değildi zaten. Öğle tatilinden bir önceki ders olan felsefe dersinde, tahmini 11 civarlarında söylemişti bunu. Daha doğrusu Platon söylemiş. O zaman çok dalga geçmiştik. Hatta sınavda bile çıkmıştı Platon’un bu sözü. Cümleyi bilmem hangi felsefi görüşe göre açıklamamız isteniyordu. Okulumuzda felsefe dersinden bile geçmek zordu. Bile diyorum çünkü öyle yarım yamalak okumayla girilen sınavlar değildi bunlar. Ezberlememiz değil anlamamız isteniyordu, dönem sonu sınıf geçme kaygısı taşımadan. Bu kadar katı kurallar altında eğitim alıp aynı zamanda düşünmeye vakit ayırmamız bekleniyordu. Düşünmek bile zorlayaraktı o zamanlar. Düşünün ama çok da değil, sınavı geçecek kadar düşünün çocuklar. </p><p>Kendi içinizde konuşmayın. Bu da din kültürü ve ahlak bilgisi hocamızın deyişiydi. Arkadaşım kendi içinde konuşma. İçimizdeki konuşmalara bile karışıyordu okul. Elbette kast ettiği bu değildi, sınıf içi konuşmalardı ama bir önceki dersin felsefe olduğunu unutuyordu. Kendisi rap dinler, üç kulvallah bir elhamı sınav kağıdına yazmamızı isterdi. Tanrının varlığını kabul edip, yokluğunu sorgulamamamızı istiyordu. Ondan beklenen buydu. Görevi: Cuma namazında mahcup olmayacak kadar namaz kılmayı bilen, mümkünse Ramazan’da oruç tutacak kadar ahlaklı, iyi ve kötüyü ayırt edebilen bireyler yetiştirerek; din kültürü ve ahlak bilgisi vermekti bize. Okulumuzun genel amacı buydu. İyi bir ahlak, derin bir kavrama yetisi, biraz sanat biraz da müzik. Fizik, matematik biliyorsanız zaten Türkiye dereceniz garanti. Eğer azcık kafanız çalışıyorsa benim gibi iyi kötü bir üniversiteye girerdiniz. Notlarınız düşük olsa da diğer okuldaki öğrencilere göre iyi sayılırdınız. </p><p>Aslında öyleydi de. Hocalarımız dedikleri çıkıyordu bir bir. Geçen zamanla birlikte kendimizi çoğu insana göre daha bilgili daha görgülü hissediyorduk. Nerde ne yapılması gerektiğini biliyor; susmamız gerekirse susuyor, konuşmamız gerekirse hakkını vererek konuşuyorduk. Ancak hakkımızı savunmak için bir öğretici, yol açıcı bekliyorduk. Okulumuzdan çok sayıda avukat, hakim, savcı çıkmasının bir sebebi belki buydu. </p><p>Lise sıralarında hepimiz baskı hissediyorduk. İçimizde, derinde bir yerde. Bir yandan ergen olmaya çalışırken bir yandan insan olmaya çalışıyorduk. Sakalları yeni çıkan erkek arkadaşlarımızdan her gün sakalını tıraş etmesini istiyordu okul. Daha sakalının tam olarak nasıl çıktığını bile bilmiyordu ki; kesmeyi akıl etsin. Kız öğrencilerin ise mümkün mertebe çorap giymeleri bekleniyordu. Haziran gelmeden çoraplar çıkmıyordu. Küresel ısınmanın iklimleri değiştirdiğini kabul etmek istemiyordu okul yönetimi. Halbuki çok değerli fen ve sosyal bilimleri hocaları okulumuzda bulunuyordu. Birileri artık Mayıs sıcağında çorap giymenin saçma olduğunu söyleyebilirdi. Ama söylemiyordu. Bacakların var ama illa göstermek zorunda değilsin. Kızların da bacaklarını tıraş etmemelerini istiyorlardı belki de içten içe. Beden olumlamayı öğreniyorduk yavaş yavaş. </p><p>Eğitimimize devam ederken, baskıyı hissetmediğini bundan hoşlandığını söyleyen arkadaşlarımız da vardı o zamanlar. Ön sıralarda oturan, öğretmen söz vermeden asla konuşmayan arkadaşlarımız. Zaman geçtikçe, dostluklarımız yerini arkadaşlıklara bırakınca işler de değişti tabi. Konuşmak için sıra bekleyen arkadaşlarımız önce okullarını bitirdiler, işlerine girdiler, ailelerini kurdular. Mümkünse bir veya iki çocuk yaptılar; aile planlamasına uygun olarak. Toplum hadi tamam sen de konuşabilirsin yetkisi verdi onlara. Daha çok bilen, ne istediğini söyleyebilen, insanlığa söyleyeceği çok şeyi olan insanlar olmuşlardı artık. Halbuki bu hak doğuştan verilmemiş miydi bize. Lise sıralarında konuşamadıklarını şimdi eski arkadaşlarının yanında rahatça konuşabiliyorlardı. Hem de özgürce. O zaman hiç olmadıkları kadar gür çıkıyordu sesleri. Ta ki başka bir grup içine giresiye kadar. Onları yargılamayacak arkadaşlarının yanında özgürdüler. Çünkü o zamanlar çok konuşmak hoş karşılanmıyordu. Çok konuşanlar müdür odasında sorguya çekiliyor, haklı olsa bile çok konuşmasan iyi olur diyerek sınıflarına geri gönderiliyordu. Her doğru her yerde söylenmiyordu. Ama artık devran dönmüştü. Çok düşünüp çok konuşma sırası artık onlara gelmişti. </p><p>İşin ilginç yanı şimdi de biz susuyorduk. Sesi çok çıkanlar. Fısıldaşıyorduk. Kimin ne olduğunu hayatta hangi badireler atlattığını sormuyorduk kimseye. Çünkü biliyorduk. Yığın filozof olamaz.* Çoğu insan dünya görüşlerini bir gelenek yoluyla ediniyormuş. Bizim geleneklerimize göre de yeri gelince konuşmak uygun görülüyordu. Oysa felsefi bir dünya görüşünü amaçlayan kimseler “kendi akıllarına dayanma cesaretini” göstermelidir. Cesareti olmayanlar susmak zorunda kalıyordu o zamanlar. Şimdiyse şartlar eşitlenmişti. </p><p>Okul işte bunu kattı bize. Konuşmayanlara konuşmayı, konuşanlara susmayı öğretti. Beklemeyi, sıranı sabırla beklemeyi öğretti. Baskıların bizi asla yıldırmayacağını öğretti. Baskıdan doğan güç işte böyle bir şeydi belki de. Disiplin ve baskının farklı olduğunu öğrendik zaman geçinde. Bunu öğrenmenin ise çok zaman sonra anlaşılabileceğini. Çokça geçen zaman çokça hayata ve düşünceye mal olabiliyordu. </p><p>Sözlerimi tamamlarken peki ya ya tam tersi olsaydı demekten kendimi alamıyorum. Daha farklı bir dünya mümkün olsaydı ve bizler özgür düşüncenin hakim olduğu bir ortamda eğitim alma şansına sahip olaydık, o zaman hepimiz bambaşka insanlar mı olurduk? Olan olur kalan sağlar bizim mi derdik yoksa? Bize kattıkların için teşekkürler okul. Her şeye rağmen ve her şeyinle…</p>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-8939278334522627692021-01-03T17:23:00.000+03:002021-01-03T17:23:47.344+03:00Bu Sene Daha Da Zor Geçecek Arkadaşlar<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgmyP0ncLO3rJzl_Q_KwWhELeSKrvP-KZ72J3T1e2tAWYl-priOwYjFYUMDgVsJY3MWKj3oBGmiHqZvhVhuENlLGeJBsaedcPkXkqN8BIpbE-LEvLtOzICr3H6WIfrg5C87F0CTHH02O40/s850/zermatt-shutterstockRF_704449867_1-58c24bf88269.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="567" data-original-width="850" height="266" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgmyP0ncLO3rJzl_Q_KwWhELeSKrvP-KZ72J3T1e2tAWYl-priOwYjFYUMDgVsJY3MWKj3oBGmiHqZvhVhuENlLGeJBsaedcPkXkqN8BIpbE-LEvLtOzICr3H6WIfrg5C87F0CTHH02O40/w400-h266/zermatt-shutterstockRF_704449867_1-58c24bf88269.jpg" width="400" /></a></div><p>Sene bitmiş, herkesin performans görüşmeleri yapılmış, maaş zamları üç beş belli olmuşken aklıma ilk iş yerimdeki bir anım geldi.</p><p></p><p>Mezun olduğum sene bir ajansta işe başladım. Okul biter bitmez işe girdiğim için aşırı heyecanlıydım. İşler iyi gidiyordu, benden memnun gibiydiler. İkinci ayın sonunda iyi gidiyorsun, senle devam ediyoruz, yılbaşında da zam yapacağız, bravo böyle devam falan dediler. Konuşmadan sonra biraz rahatlamıştım ama yine de diken üstündeydim. Öğrencilik hayatı sonrası ilk işim olduğu ve ailemden ayrı bir şehirde yaşadığım için her an işsiz kalabilirim korkusu yaşıyordum. Yaptığım işin iyi mi kötü mü olduğunu ölçecek durumda olmadığımdan sadece deli gibi çalışıyordum.</p><p>Bu sırada kemik kadro yerinde dursa da ajansa sürekli girip çıkan oluyordu. Bu durum beni giderek geriyordu. Halbuki bulunduğum sektörde iş değiştirmek çocuk oyuncağı bi şeymiş. Çok sonradan anladım. Neyse gel zaman git zaman altı ayı devirdim ajansta. Yıl sonu geldi, ben bırak zammı işi kaybetmeyeyim korkusuyla ne yapacağımı şaşırmış, hemen hemen her gün mesaiye kalmaya başlamıştım. </p><p>Yıl sonu geldi. Ajansta küçük bir parti, yemeler içmeler, keyifler yerinde derken sıra malum konuşmaya geldi. Patron herkesin yeni yılını kutladı. Arkadaşlar bu sene çok zor geçti hepimiz için, aramızdan ayrılanlar olmasına rağmen az kişiyle çok iyi işler çıkardık, hepinizin eline sağlık falan dedi. Önümüzdeki sene bu seneden daha da zor geçecek küçülmeye gidebiliriz, değil zam yapmayı bu ayki maaşınızı bile garanti edemiyorum dedi. Herkes homurdanmaya başladı. Beni aldı derin bir keder. Zam almayı geçtim, son giren ilk çıkar mantığıyla juniorları gözden çıkarabilirler diye dertlenmeye başladım. Uzun süredir çalışanlar acayip sinirli, herkes ben iş bakıyorum abi zaten diyorlar. Öyle bi şey olursa ben naparım hiç bilmiyordum. Neyse biraz patrona biraz ülke ekonomisine sövüp, biralarımızı bitirdikten sonra morallar bozuk şekilde evlerimize dağıldık. </p><p>Yılbaşı tatili geldi. Durumu ailemle konuştum. Maaş almama rağmen hala ailemden destek alıyorum mecburen. Dedim böyle böyle. Her şeye hazırlıklı olun. Kiramı bile ödeyemeyebilirim. Hayırlısı olsun, yanındayız gazı verdiler. 2 gün tatilimi yaptım, döndüm işin başına. Baktım maaş yatmış hem de zamlı. Küçük bir zam yapmışlar maaşıma ama bu bile bana fazla diye düşünüyorum. Aşırı mutluyum. Yemek param yatmamış ama çok da sorun değil diyorum içimden. İşimi hala kaybetmediğim için şanslı sayıyorum kendimi. </p><p>Benim aşırı mutluluğumun yanında eski çalışanlar o gün aşırı sinirliydi. Hayırdır noldu falan diye sordum. Patron ortada yok dediler. Eee yani ne var abi patron her gün gelcek diye bir şey yok sonuçta. Abartacak ne var bunda dedim. Biz neyin derdindeyiz adam neyin derdinde, madem çok iyi durumdaydın, insanları neden işten çıkardın, hani bizim zamlar, bari yemek paramızı yatıraydın insafsız diyorlardı sigara molasında. Ben zam alan şanslı azınlık arasında olduğum için çok ses çıkarmadım o sıra. Olayın kokusu sonradan çıktı. Meğersem patron bizle o konuşmayı yapıp İsviçre'ye kayağa gitmiş. 1 ay kadar da gelmeyecekmiş. </p><p><br />Bu haberi duyunca ne yalan söyleyeyim bana bir rahatlama geldi. Normalde sinirlemem gerekirdi ama diğer arkadaşların aksine aşırı mutluydum. Asgari ücretin azcık üstünde maaş alıyordum ama o gün patronumun alplerde keyifle kayıyor olması beni aşırı mutlu etmişti. Dedim demek her şey yolunda, şirket daha batmıyor, batacak olsak herhalde bu kadar keyifle kaymazdı diye düşünüyordum. Hadi batacağız diyelim benim bit kadar maaşımın üstüne de yatmaz o kadar eşek değildir diyorumdum. Tatil olayını öğrenmemle birlikte her şey kafamda oturmuş, şirkete güvenim birden artmıştı. </p><p>O gün bugündür patronların "zor günlerden geçiyoruz arkadaşlar, enflasyon, vırt zırt" konuşmalarını çok ciddiye almıyorum. Maaşınızı zor ödeyeceğim deyip tatile gidenler, zam vermeyip metresinin altına ikinci jeepi çekenler varken bizim hangi yalana inancağımızı tahmin etmek güç bir durum. Muhtemelen bugün aynısı olsa ben de sinirlenip hakkını arayan tarafta olurdum. Ama gel gör ki ben o zamanki aklımla patronuma güvenmeyi seçmiştim :) Yani Teomanın dediği gibi bazı yalanlar güzel bazı gerçekler acıymış.</p><p><br /></p><p><br /></p>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-16324318089110654982020-07-23T22:55:00.002+03:002020-08-17T20:15:41.286+03:00Yeni Normal Gezmeler<p style="font-family: verdana, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 14px;">Geçen sene Mart ayında Bremen sokaklarında avare avare dolaşırken Jannis isimli yakışıklı bir fotoğrafçı beni durdurup kameraya gülümsememi istedi. Porfolyosuna farklı kültürlerden insanlar eklemek için yoldan geçenleri durdurup böyle fotoğraflar çekiyormuş. Ben de en kötü ne olabilir ki deyip poz verdim tereddütle.</p><p style="font-family: verdana, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 14px;"><img border="0" data-original-height="1365" data-original-width="2048" height="416" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiSVSh6-Bq15FJ6uhPhzO-88ixoA4OChGcqKf_qcf6YtGAQYfow5UewaYJQxGVyazPu5ZLpgfR7DsQq4k9Ki4GUBhl1urwcx5lxwoKd3PaXKSesG5qF2YJQPtSlgxbV00XpYcglUF8SK7o/w625-h416/Tezza_2020_07_23_222705812.jpg" width="625" /></p><p style="font-family: verdana, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 14px;">Fotoğrafın çekildiği tramvay yolunun hemen arkasında ünlü bir çikolatacı(hediye almak için biraz pahalı), devamında küçük bir klise, onun hemen arkasında ünlü Bremen Mızıkacıları'nın heykeli bulunuyor. Hazır heykeli bulmuşken eşeğin ayağına dokunup şans dileyebilirsiniz. Kilisenin devamındaki yoldan ilerlediğinizde kahve kokusundan hemen anlayacağınız üzere Jacobs'un fabrikası, biraz daha yürüyerek nehri bulduğunuzda ise Becks'in bira fabrikasını karşınızda bulacaksınız.</p><div style="text-align: left;"><img border="0" data-original-height="1328" data-original-width="1064" height="625" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjv85hWCjX7zTszTNo4IqNwpMDUU4Q2sZlJwHMCN3QR0GalK9z7tJTFiIAM_FX6akhZ1xYv7c_ly7fNSOyguj7SHo4NCmyeSPso7kS0ayj2z1p4xntXRP2L4OkDr-gATAeDtOSvU0W334k/w500-h625/Tezza_2020_07_23_222706343.jpg" width="500" /></div><p style="font-family: verdana, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 14px;">Flixbus'la 5 euroya Hamburg üzerinden geldiğim mini minnacık Bremen, pandemi öncesi gittiğim son avrupa şehri oldu. Bugün bu fotoğrafımı görüp, tekrar gezebilecek miyim diye dertlenirken bavullarımızı daha ne kadar kapalı tutabiliriz diye düşündüm. </p><p style="font-family: verdana, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 14px;">Bremen'e gittiğimde eşeğin ayaklarına dokunup şans dileyeceğim yere keşke tüm dünyaya sağlık ve barış dileseymişim...</p><p style="font-family: verdana, arial, helvetica, sans-serif; font-size: 14px;"><br /></p>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-71735786728428114782020-04-30T21:38:00.002+03:002020-06-10T18:33:27.589+03:00Dünyanın Hangimize İhtiyacı Var?Ya da doğru soru şu olmalı: Dünyanın seçme şansı olsaydı hangimizi yaşamaya layık görürdü? <br /> Uzun süreden beri takip ettiğim, animasyonlarıyla bambaşka duyguları keşfetmemi sağlayan, detay ustası Hayao Miyazaki’nin belgeselini izledim. 10 Years with Hayao Miyazaki. Filmlerini kronolojik olarak izlediğim tek yönetmen olabilir. Totoro, Sprited Away, Ponyo… Filmlerin en sevdiğim kısmı küçük bir çocuğun hayallerine bütünüyle girip, aklından geçenleri birebir ekrana yansıtabilmesi.<br /><br />
<table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto; text-align: center;"><tbody>
<tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgi0vORWFhUsK3K0qBT2EUi_FxvSM-uEcxAnRwwh28ha9JMZXT8nFfRdmtWHDqDHhEdF09_xlHnFwDS7G07nwDyqDxpm2PHDkUxDkXe9fISjpjGHWZ-ZiFkU4_rS7SFk-VDZaYxBQKaOEM/s1600/1_omzQoKkpOrXNPWrU4eFu3Q.jpeg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="466" data-original-width="700" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgi0vORWFhUsK3K0qBT2EUi_FxvSM-uEcxAnRwwh28ha9JMZXT8nFfRdmtWHDqDHhEdF09_xlHnFwDS7G07nwDyqDxpm2PHDkUxDkXe9fISjpjGHWZ-ZiFkU4_rS7SFk-VDZaYxBQKaOEM/s1600/1_omzQoKkpOrXNPWrU4eFu3Q.jpeg" /></a></td></tr>
<tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Hayao Miyazaki</td></tr>
</tbody></table>
<span style="font-family: serif;"><br /></span>Filmlerinde olduğu gibi belgeselin önemli bir kısmını gözlerim dolarak izledim. Sevdiğim onca filmi ortaya çıkaran, karakterleri elleriyle çizen, çocuklara hayat veren Miyazaki meğersem çok da harika bir baba değilmiş. Miyazaki’nin oğlu Gora, Miyazaki gibi başarılı bir yönetmen. Ancak Miyazaki filmlerindeki çocuklarla ilgilenmekten oğluna vakit ayıramamış bir baba olarak karşımıza çıkıyor gerçek hayatında. Uzun çalışma saatleri, işine olan sonsuz hırsı ailesiyle arasına bir set çekmesine sebep olmuş. Çalışmaktan bir gün bile sıkılmayan yönetmen, filmlerini yaptığı sırada baba olmayı birazcık unutmuş. Büyük bir sanatçı olmanın bedeli sevdiklerini sevgisiz bırakmak olabilir mi acaba?<br />
<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvpjxkcolej2PqajiFgoYF2B6gixyhP80W-TVX2F8tM_zPDhnHAZHNnsHVmnMgcvvsB73Dg0nP8Cut7Ih9RYbF7fgt3IHCh7DGDxJsmZDT9eG7zp4q09CXMeO1bJK97-Yup3NGvRwiUL4/s1600/1_haHipeiAKrUqFuoaua4dlg.png" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="391" data-original-width="700" height="356" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvpjxkcolej2PqajiFgoYF2B6gixyhP80W-TVX2F8tM_zPDhnHAZHNnsHVmnMgcvvsB73Dg0nP8Cut7Ih9RYbF7fgt3IHCh7DGDxJsmZDT9eG7zp4q09CXMeO1bJK97-Yup3NGvRwiUL4/s640/1_haHipeiAKrUqFuoaua4dlg.png" width="640" /></a></div>
<br />Aynı şekilde filmde Miyazaki’nin annesiyle bir türlü o-la-mayan ilişkisini tanık olunca, oğlu Gora ile olan soğuk ilişkisini anlamak bir derece mümkün olabiliyor. Peki Miyazaki tüm bu duygu karmaşası içinde usta bir yönetmen mi olmalıydı yoksa sevgi dolu bir baba ya da eş mi olmalıydı? Miyazaki ikisini birden olma seçeneğini eleyerek hırs ve tutku dolu bir yönetmen olmayı tercih etmiş. Belki de dünyaya yeniden gelse toplumun ondan beklediği rolleri reddedip yine sanatçı olmayı seçerdi. Kim bilir? <br /> <br /> <br /> Belgeseli tamamladıktan sonra bencilce bir his oluşmaya başladı üzerimde. Miyazaki’nin iyi bir baba olmasını mı isterdim yoksa filmleriyle kalbimde bıraktığı o yoğun hisleri çizmeye devam etmesini mi? Üzgünüm Gora. Birçoğumuzun iyiliği için bazı çocuklar maalesef sevgiye muhtaç kalacak gibime geliyor. Miyazaki’nin dediği gibi “Çalışmak hayatınızın tatmin edici olmasını garanti etmiyor.” <br /> <br /> Teşekkürler Miyazaki! Yaşattığın tüm derin duygular için...<br /> <br /> Belgeseli <a href="https://www.blogger.com/#">buradan</a> ücretsiz izleyebilirsiniz.<span style="font-family: serif;"><br /></span>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-69482594807101651952019-01-09T22:02:00.002+03:002020-04-30T21:49:55.693+03:00Ne Kadar İsveçlisiniz? <div class="p1" style="font-stretch: normal; font-variant-east-asian: normal; font-variant-numeric: normal; line-height: normal;">
Square filmi izlediğim günden garip bakıyorum etrafıma. Uzun süredir bu kadar karmaşık, derin ve komik hissetmemiştim kendimi. Özellikle Claes Bang ve yaklaşık 10 saniye görebildiğim maymunu unutamıyorum.<br />
<br />
Size bu filmi izleyin demiyorum. Hele biriyle birlikte izleyin hiç demiyorum. Çünkü yalnız izlendiğinde bile duvara boş boş baktırabilen bu film biriyle izlendiğinde insana kim bilir neler yaptırır? İzleyince izleyenlere hak vereceksiniz. </div>
<div class="p1" style="font-stretch: normal; font-variant-east-asian: normal; font-variant-numeric: normal; line-height: normal;">
<br />
"The Square is a sanctuary of trust and caring. Within it we all share equal rights and obligations."<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsPh9BD_0uvDuaZ4ppo_qlJfEiLnXQZIvwGDYiuYW2PNioHcU-6ZDlW-ED8UQZqgfW7UiNauyxIzcBGJkGsEpQCz-_-UygYkmldnLu7p8X7dA43xrGpN-BQQ_30phyphenhyphenJmicmhJP7ONnMFI/s1600/The-Square-2-933x445.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="446" data-original-width="933" height="304" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsPh9BD_0uvDuaZ4ppo_qlJfEiLnXQZIvwGDYiuYW2PNioHcU-6ZDlW-ED8UQZqgfW7UiNauyxIzcBGJkGsEpQCz-_-UygYkmldnLu7p8X7dA43xrGpN-BQQ_30phyphenhyphenJmicmhJP7ONnMFI/s640/The-Square-2-933x445.jpg" width="640" /></a></div>
<br /></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-24162745343806728372018-12-07T23:30:00.001+03:002018-12-07T23:36:03.648+03:00Serap where did you sleep last night?<iframe width="560" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/Ew_yAxw4VhM" frameborder="0" allow="accelerometer; autoplay; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen></iframe>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-49996154972401452982018-10-28T23:23:00.000+03:002018-10-28T23:25:55.061+03:00Ne Dinliyorum: Beni Yordun<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="270" src="https://www.youtube.com/embed/P3xqROGn2U8" width="480"></iframe>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-12516174873634966522018-06-23T23:46:00.000+03:002020-04-30T22:02:08.005+03:00Bütün Yakışıklı Erkekler Neden Gay Sorunsalı<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiIE7PnT6fl_2E9zza0LuOAsbyS7E2kw_pRiVshTbysQajn2qucvMHwRSLvxyG39iV5bJunq2P36S1az1_xoGJKMEnB__6jUJJCgY6zhdkp0dMNXpd6iNyMm-UtkJhVGmc4GUKRueQfr4o/s1600/landscape-1520251348-1.gif" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="490" data-original-width="980" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiIE7PnT6fl_2E9zza0LuOAsbyS7E2kw_pRiVshTbysQajn2qucvMHwRSLvxyG39iV5bJunq2P36S1az1_xoGJKMEnB__6jUJJCgY6zhdkp0dMNXpd6iNyMm-UtkJhVGmc4GUKRueQfr4o/s640/landscape-1520251348-1.gif" width="640" /></a></div>
<div>
<br /></div>
Açıkça söylemek gerekirse bu tv serisi beni çok geriyor. Her izleyen kadın gibi neden allahım neden demekten kendimi alamıyorum.<br />
<div>
<br /></div>
<div>
Qeer Eye! Netflix orijinal yapımı. Beş yakışıklı adam bir tv şovunda insanların hayatlarını değiştiriyor. Moda-yemek-kültür-tasarım- kişisel bakım gibi alanlarda uzman bu adamlar tabii ki aşırı yakışıklı. Ve program boyunca gay olduklarını hiçbir şekilde saklamıyorlar. Programın asıl yayınlanma nedeni de bu aslında. Lgbt bireylerin toplumda var olduklarını kabul etmek. Bakış açılarını değiştirmek. Gerçekten de değişiyor. Her bölümde gözyaşı, aşırı yakın temas, duygusallık eksik olmuyor.</div>
<div>
<br /></div>
<div>
Qeer Eye'ın homofobikleri aşırı derece rahatsız edeceği kesin. Ama izleyen her kadında pişmanlık hissettirdiği de yüzde yüz gerçek. Bu kadar zeki, yaratıcı ve aynı zamanda duygusal adamlar neden bize denk gelmiyor. Ya da asıl soru şu. Neden bütün yakışıklı adamlar gay? Çok iyi anlaşıp, aşırı yakışıklı bulduğun o adam neden sana pas vermiyor? İşte bu program bunları yüzüne yüzünüze vuruyor hanımefendiler. Kalbiniz sağlamsa ve eğlenmeye hazırsanız bu programı listenize almayı tavsiye ederim.</div>
aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-81788907206405882462018-06-14T02:11:00.000+03:002018-06-14T02:11:39.955+03:00Dene Deneyebilirsen<br />
<iframe allow="autoplay; encrypted-media" allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/k4V3Mo61fJM" width="560"></iframe><br />
<br />aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-17554788558222507062017-08-08T22:41:00.000+03:002017-08-08T22:41:18.895+03:00Dünya Kedi Gününüz Kutlu Olsun<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhW9lSrtOmHYpQdbDgFJmkseBAIDR8ETzE0w9n8X8E-g1TC60y4ahxNRPrjq-GrGyNx-7eOhUrATVr0_XVDCubBvg-0mteH4MtyWB7z6SpcJK2z8wGvoJpOiFCu92b7X1BlWwCIPcRbZ6Y/s1600/ked2.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="960" data-original-width="872" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhW9lSrtOmHYpQdbDgFJmkseBAIDR8ETzE0w9n8X8E-g1TC60y4ahxNRPrjq-GrGyNx-7eOhUrATVr0_XVDCubBvg-0mteH4MtyWB7z6SpcJK2z8wGvoJpOiFCu92b7X1BlWwCIPcRbZ6Y/s400/ked2.jpg" width="363" /></a></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-79618394675494734222016-12-13T18:29:00.000+03:002016-12-19T22:52:24.106+03:00Ne Dinliyorum: Mavi Kus<br />
Gel hiç üzülme.<br />
Salına salına uç.<br />
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş...<br />
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="250" src="https://www.youtube.com/embed/L9-5t2stLic" width="300"></iframe>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0İstanbul, Türkiye41.0082376 28.97835889999998940.6247881 28.332911899999988 41.3916871 29.62380589999999tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-66614239968856619832016-11-27T16:50:00.002+03:002017-08-06T20:40:50.952+03:00Kara Cuma<br />
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdY4QzDUK_OlBv-K92mpP_VDF3viIIzHN3zQKLO2u_AwBt7PlQijUcThua6geM4xD9Zd4yXvR5nxtycENa9e-niovH6o6KncD7e6ZvjQEc2OLMDopOjfzblrGNa65DB-P7OMNIoV6kjUU/s1600/DSC_0782.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdY4QzDUK_OlBv-K92mpP_VDF3viIIzHN3zQKLO2u_AwBt7PlQijUcThua6geM4xD9Zd4yXvR5nxtycENa9e-niovH6o6KncD7e6ZvjQEc2OLMDopOjfzblrGNa65DB-P7OMNIoV6kjUU/s400/DSC_0782.JPG" width="400" /></a><br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<span style="text-align: justify;"><br /></span>
<span style="text-align: justify;"><br /></span>
<span style="text-align: justify;"><br /></span>
<span style="text-align: justify;"><br /></span>
<span style="text-align: justify;"><br /></span>
<span style="text-align: justify;">Karanlığa koşup duruyorum... Üç gündür aynı rüyanın etkisideyim. Geri arıyorum yok. Geri uyuyorum yok. Bulamıyorum. Bitmeyen denizin, dalganın ortasındayım. Halbuki denizi çok severim. Umudum yok. İnanmayı bırakıp, yoluma devam etmek istiyorum. Neden güneş parlarken, kuşlar cıvıldarken burdayız? Aslında şu an aklımda olan şey neden benden öte, neden ben hep aynı yerdeyim. Kendimi bu hale getiren de aslında benim. Ve kendi kendime nasıl tamir ederim bilmiyorum. Biliyorum da inandıramıyorum. Bana açık kapı bırakıyorsun ama aslında yüzüme söylüyorsun kapı kilitli. Yol arkadaşımı kaybettim, bulamıyorum hiçbir yerde. Söyleyin şimdi bu Cuma'nın hayrı nerde?</span><br />
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<br />
<div style="text-align: left;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-33653045642919048592016-11-26T17:40:00.000+03:002017-03-01T14:49:57.993+03:00Ne Dinliyorum: Million Years Ago<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjaP8vTQ76C7JcxireFL9XpVO8TcSX1RvjCaXorYEVWJioYf8QrAkDO2M9KPzasRNnWzBL-2i7qXeRIpM7pg6CgoEjQZfqytH1zQthZjqncVc5iWMvEavZpwMEq0-9RilMoxA45qxtZ-p4/s1600/tumblr_nyghtgqKqS1r2fr72o1_500.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: left;"><img border="0" height="227" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjaP8vTQ76C7JcxireFL9XpVO8TcSX1RvjCaXorYEVWJioYf8QrAkDO2M9KPzasRNnWzBL-2i7qXeRIpM7pg6CgoEjQZfqytH1zQthZjqncVc5iWMvEavZpwMEq0-9RilMoxA45qxtZ-p4/s400/tumblr_nyghtgqKqS1r2fr72o1_500.jpg" width="400" /></a></div>
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="250" src="https://www.youtube.com/embed/FeUC2CtunMM" width="300"></iframe>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-87670355900829245072016-08-15T23:02:00.000+03:002017-04-17T23:19:38.295+03:00Anahtarım ve Ben<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJWFjiSvQ8RGABkjoK9QfKrBChh38AK4lrozpOgUEZ2L6bUdGPXxwFNbUBBBJkV78Yp0DabqwWKQ910rNPWAfLPYn_-tNn0fOFVVc2GQNhMLEo5JU9XmYLFkMxnH9yaysAnzYjbbjOwcY/s1600/92291963.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="192" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJWFjiSvQ8RGABkjoK9QfKrBChh38AK4lrozpOgUEZ2L6bUdGPXxwFNbUBBBJkV78Yp0DabqwWKQ910rNPWAfLPYn_-tNn0fOFVVc2GQNhMLEo5JU9XmYLFkMxnH9yaysAnzYjbbjOwcY/s400/92291963.jpg" width="400" /></a></div>
<br />
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Yarın yeni bir sabah başlıyor. Ben ve evim yalnızız. Uzun süredir beklediğim zaman geldi. 26 yaşımda bir ağustos akşamı tek başıma kaldım evde.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Hayatım boyunca ailem hariç tam 3 ev arkadaşım oldu. Farklı bir duygu. Bana tahammül etmek de kolay değil. Disiplinler bütünü bir ev bazen zor olabiliyor.</div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Ama bugün anahtarımı evde unutup kapıda kaldığım zaman anladım, bazı şeyleri tek başıma yapmam gerek. Anahtarları almak için eski ev arkadaşımı aradığımda çoktan yola koyulmuş yeni şehrine yeni hayatına başlamak için İstanbul'dan çıkmıştı bile. </div>
<div style="text-align: justify;">
<br /></div>
<div style="text-align: justify;">
Onu arasam mı aramasam mı diye düşünürken vazgeçtim anında. Hemen annemi ardından ablamı aradım. Durumun komikliğini anlatıp gülerken biraz da içim buruk olmadı değil. Hani bazen aramak değil de bulunmak istiyor insan. Hayatının kahramanı hop çıkıp gelsin diye bekliyor insan... İşte öyle. Çilingir 50 lira. Yine zarar yine zarar.</div>
aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-41502881270657496372016-08-09T21:54:00.000+03:002017-03-01T14:50:44.647+03:00Ne Dinliyorum: Don't You Remember<div class="" style="clear: both; text-align: left;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYHi-a2BH2VxBlecH1zSqYvPslj-JdW-EKz0EtRWg__WnLrkg10JtUTJIbiEZ6ZZzy3MoXOKoCcFlayx0TG2fGPKgCC6C3UD5K565PpHzjksexhSp-KcJOy8QyofvuNHz3eYdEW9HYDJ0/s1600/1a28f76c44b1b074b8c66a7b17ef4b95.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="337" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYHi-a2BH2VxBlecH1zSqYvPslj-JdW-EKz0EtRWg__WnLrkg10JtUTJIbiEZ6ZZzy3MoXOKoCcFlayx0TG2fGPKgCC6C3UD5K565PpHzjksexhSp-KcJOy8QyofvuNHz3eYdEW9HYDJ0/s400/1a28f76c44b1b074b8c66a7b17ef4b95.jpg" width="400" /></a> </div>
<div class="" style="clear: both; text-align: left;">
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="250" src="https://www.youtube.com/embed/RDRwqTNLGDs" width="300"></iframe></div>
<br />aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-44081339353152922362016-08-08T16:56:00.000+03:002017-03-01T14:51:03.037+03:00Bir Garip Köy<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhx45qi_A7LAUXMczUvGERAH7V-nlyMrRMCy3IX1kzvTws7AFFXqm5uz7UYdoEa4Anv8pvUPwDTrWoVjWIDwLINNTrKz0MUxajjO3gOV67vp63jgECjqiuJf2hPk5ey7vVIPWXJHsMm3k0/s1600/20160222015712.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="222" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhx45qi_A7LAUXMczUvGERAH7V-nlyMrRMCy3IX1kzvTws7AFFXqm5uz7UYdoEa4Anv8pvUPwDTrWoVjWIDwLINNTrKz0MUxajjO3gOV67vp63jgECjqiuJf2hPk5ey7vVIPWXJHsMm3k0/s400/20160222015712.jpg" width="400" /></a></div>
<br />aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-72335894363426307202016-06-08T23:19:00.002+03:002017-03-01T14:51:35.032+03:00Cesaret<div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEioBRAv-UAq6RXlFsZvJjOaaZu3GGz2PJ9Vuk5T13UflwgGIB7SrXbz4NlRFWwre9NJO-YG1MjpDom0f8Grb7mH16Qr-AMQ_4pO1UpMAJzXCcjaQve_CQJSk_qhKToG9UMoXnZ52nWu1n8/s1600/AAEAAQAAAAAAAAMdAAAAJGZiMjhmNjM0LTRmMDctNGQ0OC04MDIwLTE3OTEzNzYyMTg1Zg.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: black;"><img border="0" height="229" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEioBRAv-UAq6RXlFsZvJjOaaZu3GGz2PJ9Vuk5T13UflwgGIB7SrXbz4NlRFWwre9NJO-YG1MjpDom0f8Grb7mH16Qr-AMQ_4pO1UpMAJzXCcjaQve_CQJSk_qhKToG9UMoXnZ52nWu1n8/s400/AAEAAQAAAAAAAAMdAAAAJGZiMjhmNjM0LTRmMDctNGQ0OC04MDIwLTE3OTEzNzYyMTg1Zg.jpg" width="400" /></span></a><span style="font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;"></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">
<span style="color: #444444; font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;"><br /></span></div>
<span style="color: white; font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;">Ne kadar kendini bırakırsan o kadar korunmasız olacaksın. Hadi biraz cesaret.</span><br />
<br />aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-1752101061998953552016-05-23T21:51:00.001+03:002016-07-17T20:23:15.816+03:00Kadın Şarkıları<span style="font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;">Güzel güzel şarkılar ekleyelim buraya hanımlar.</span><br />
<br />
<iframe allowtransparency="true" frameborder="0" height="380" src="https://embed.spotify.com/?uri=spotify%3Auser%3A1199977135%3Aplaylist%3A4cTwSwpP0zz4CLfKBasqll" width="300"></iframe>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-82230626507263039792016-04-08T00:22:00.003+03:002017-03-01T14:52:04.540+03:00Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi<span style="font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;">Mazur görün sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim...</span><br />
<br />
<span style="font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;">Ziya Osman'ı ilk defa lise edebiyat dersinde duymuştum. Yedi Meşalecilerden, Cahit Sıtkı'nın yakın arkadaşı, servet-i funun'cu, n</span><span style="font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;">ev'i şahsına münhasır saadetlerin yaratıcısı.</span><br />
<span style="font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;"><br /></span>
<span style="font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;">Bugün ilk defa Ziya Osman Saba'nın bu eserini dinledim. Hayır okuyamadım maalesef. Bir öykünün bu kadar hüzünlü olabileceğini tahmin edemezdim. </span><br />
<span style="font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;"><br /></span>
<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="315" src="https://www.youtube.com/embed/tIzylpWXw3U" width="400"></iframe>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-792057409290936112.post-17870765988178086172016-04-01T14:23:00.001+03:002016-12-19T22:55:47.509+03:00Ne Dinliyorum: Waiting For The Moon Rise<br />
<iframe allowfullscreen="" frameborder="0" height="250" src="https://www.youtube.com/embed/PhzvL5B7DQo" width="300"></iframe><br />
<br />
<span style="font-family: "courier new" , "courier" , monospace; font-size: large;">İnsan belli bir yaştan sonra anlıyor; göz yaşlarını yalnızca anne-babasının dindirebileceğini.Ama ya yoksa?</span>aybukhttp://www.blogger.com/profile/03489915148261834884noreply@blogger.com0