Baskılar Bizi Yıldıramaz

Çorabını çek, eteğini düzelt, beyaz ayakkabı giyemezsin, saçın açık dolaşamazsın. Erkek arkadaşın olamaz, olsa da bunu açıkça söyleyemezsin. Evet bunlar çok uzak zamanlar değil. Yaklaşık on beş sene öncesine ait bir lise öğrencisinin anıları. Bu sözleri çok değerli müdürümüz teneffüslerde kibarca hatırlatıyordu bize. Sözlerini kibarca anlamayanlara odasında derin ahlak nutukları veriyordu. Yenilerde gördüm. Kendisi not kaygısıyla yapılan sınavların ne kadar yanlış olduğunu, öğrencinin mutluluğunun her şeyden önemli olduğu sonucuna varmış, deneyimli bir eğitimci olarak. Yazdıklarını görünce içime derin bir rahatlama geldi. Geç de olsa bizi anladığını hissettim. Belki de baskıyla eğitilmemizin olumlu sonuçları olmuştur hayatlarımıza. 


Kurallar altında iyi bir şeyler yapmaya çalıştığınızı düşünün. Bir yanınızda asla değişmeyen değer yargıları bir yanınızda değişime ayak uydurmanızı bekleyen dünya. Bu ikilem arasında bocalayan, büyümeye çalışan insancıklar. 

“Yığın filozof olamaz.” O zamanlar kendisini değişik bulduğumuz, saçlarını boyamayı reddeden bu sebeple de yaşını fazlasıyla büyük sandığımız, diğer öğretmenlere göre daha sakin görünen bir öğretmenimiz vardı. Bizimle pek samimi olmazdı, dersini verip kenara çekilmeyi severdi. Belki de bizi sevmiyordu, sevmek zorunda da değildi zaten. Öğle tatilinden bir önceki ders olan felsefe dersinde, tahmini 11 civarlarında söylemişti bunu. Daha doğrusu Platon söylemiş. O zaman çok dalga geçmiştik. Hatta sınavda bile çıkmıştı Platon’un bu sözü. Cümleyi bilmem hangi felsefi görüşe göre açıklamamız isteniyordu. Okulumuzda felsefe dersinden bile geçmek zordu. Bile diyorum çünkü öyle yarım yamalak okumayla girilen sınavlar değildi bunlar. Ezberlememiz değil anlamamız isteniyordu, dönem sonu sınıf geçme kaygısı taşımadan. Bu kadar katı kurallar altında eğitim alıp aynı zamanda düşünmeye vakit ayırmamız bekleniyordu. Düşünmek bile zorlayaraktı o zamanlar. Düşünün ama çok da değil, sınavı geçecek kadar düşünün çocuklar. 

Kendi içinizde konuşmayın. Bu da din kültürü ve ahlak bilgisi hocamızın deyişiydi. Arkadaşım kendi içinde konuşma. İçimizdeki konuşmalara bile karışıyordu okul. Elbette kast ettiği bu değildi, sınıf içi konuşmalardı ama bir önceki dersin felsefe olduğunu unutuyordu. Kendisi rap dinler, üç kulvallah bir elhamı sınav kağıdına yazmamızı isterdi. Tanrının varlığını kabul edip, yokluğunu sorgulamamamızı istiyordu. Ondan beklenen buydu. Görevi: Cuma namazında mahcup olmayacak kadar namaz kılmayı bilen, mümkünse Ramazan’da oruç tutacak kadar ahlaklı, iyi ve kötüyü ayırt edebilen bireyler yetiştirerek; din kültürü ve ahlak bilgisi vermekti bize. Okulumuzun genel amacı buydu. İyi bir ahlak, derin bir kavrama yetisi, biraz sanat biraz da müzik. Fizik, matematik biliyorsanız zaten Türkiye dereceniz garanti. Eğer azcık kafanız çalışıyorsa benim gibi iyi kötü bir üniversiteye girerdiniz. Notlarınız düşük olsa da diğer okuldaki öğrencilere göre iyi sayılırdınız. 

Aslında öyleydi de. Hocalarımız dedikleri çıkıyordu bir bir. Geçen zamanla birlikte kendimizi çoğu insana göre daha bilgili daha görgülü hissediyorduk. Nerde ne yapılması gerektiğini biliyor; susmamız gerekirse susuyor, konuşmamız gerekirse hakkını vererek konuşuyorduk. Ancak hakkımızı savunmak için bir öğretici, yol açıcı bekliyorduk. Okulumuzdan çok sayıda avukat, hakim, savcı çıkmasının bir sebebi belki buydu. 

Lise sıralarında hepimiz baskı hissediyorduk. İçimizde, derinde bir yerde. Bir yandan ergen olmaya çalışırken bir yandan insan olmaya çalışıyorduk. Sakalları yeni çıkan erkek arkadaşlarımızdan her gün sakalını tıraş etmesini istiyordu okul. Daha sakalının tam olarak nasıl çıktığını bile bilmiyordu ki; kesmeyi akıl etsin. Kız öğrencilerin ise mümkün mertebe çorap giymeleri bekleniyordu. Haziran gelmeden çoraplar çıkmıyordu. Küresel ısınmanın iklimleri değiştirdiğini kabul etmek istemiyordu okul yönetimi. Halbuki çok değerli fen ve sosyal bilimleri hocaları okulumuzda bulunuyordu. Birileri artık Mayıs sıcağında çorap giymenin saçma olduğunu söyleyebilirdi. Ama söylemiyordu. Bacakların var ama illa göstermek zorunda değilsin. Kızların da bacaklarını tıraş etmemelerini istiyorlardı belki de içten içe. Beden olumlamayı öğreniyorduk yavaş yavaş. 

Eğitimimize devam ederken, baskıyı hissetmediğini bundan hoşlandığını söyleyen arkadaşlarımız da vardı o zamanlar. Ön sıralarda oturan, öğretmen söz vermeden asla konuşmayan arkadaşlarımız. Zaman geçtikçe, dostluklarımız yerini arkadaşlıklara bırakınca işler de değişti tabi. Konuşmak için sıra bekleyen arkadaşlarımız önce okullarını bitirdiler, işlerine girdiler, ailelerini kurdular. Mümkünse bir veya iki çocuk yaptılar; aile planlamasına uygun olarak. Toplum hadi tamam sen de konuşabilirsin yetkisi verdi onlara. Daha çok bilen, ne istediğini söyleyebilen, insanlığa söyleyeceği çok şeyi olan insanlar olmuşlardı artık. Halbuki bu hak doğuştan verilmemiş miydi bize. Lise sıralarında konuşamadıklarını şimdi eski arkadaşlarının yanında rahatça konuşabiliyorlardı. Hem de özgürce. O zaman hiç olmadıkları kadar gür çıkıyordu sesleri. Ta ki başka bir grup içine giresiye kadar. Onları yargılamayacak arkadaşlarının yanında özgürdüler. Çünkü o zamanlar çok konuşmak hoş karşılanmıyordu. Çok konuşanlar müdür odasında sorguya çekiliyor, haklı olsa bile çok konuşmasan iyi olur diyerek sınıflarına geri gönderiliyordu. Her doğru her yerde söylenmiyordu. Ama artık devran dönmüştü. Çok düşünüp çok konuşma sırası artık onlara gelmişti. 

İşin ilginç yanı şimdi de biz susuyorduk. Sesi çok çıkanlar. Fısıldaşıyorduk. Kimin ne olduğunu hayatta hangi badireler atlattığını sormuyorduk kimseye. Çünkü biliyorduk. Yığın filozof olamaz.* Çoğu insan dünya görüşlerini bir gelenek yoluyla ediniyormuş. Bizim geleneklerimize göre de yeri gelince konuşmak uygun görülüyordu.  Oysa felsefi bir dünya görüşünü amaçlayan kimseler “kendi akıllarına dayanma cesaretini” göstermelidir. Cesareti olmayanlar susmak zorunda kalıyordu o zamanlar. Şimdiyse şartlar eşitlenmişti. 

Okul işte bunu kattı bize. Konuşmayanlara konuşmayı, konuşanlara susmayı öğretti. Beklemeyi, sıranı sabırla beklemeyi öğretti. Baskıların bizi asla yıldırmayacağını öğretti. Baskıdan doğan güç işte böyle bir şeydi belki de. Disiplin ve baskının farklı olduğunu öğrendik zaman geçinde. Bunu öğrenmenin ise çok zaman sonra anlaşılabileceğini. Çokça geçen zaman çokça hayata ve düşünceye mal olabiliyordu. 

Sözlerimi tamamlarken peki ya ya tam tersi olsaydı demekten kendimi alamıyorum. Daha farklı bir dünya mümkün olsaydı ve bizler özgür düşüncenin hakim olduğu bir ortamda eğitim alma şansına sahip olaydık, o zaman hepimiz bambaşka insanlar mı olurduk? Olan olur kalan sağlar bizim mi derdik yoksa? Bize kattıkların için teşekkürler okul. Her şeye rağmen ve her şeyinle…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hassas Birisi

Çiçeksepeti Eğrisi

En Kötü Düşüşlerim